Ana Sayfa Arama Galeri Video
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya

Zehra Çavdar yazdı:Van Gölü Ekspresi – Tanışma

Yolun sonundakinin tüm cazibesiyle

Yolun sonundakinin tüm cazibesiyle göz kırpmasına rağmen, yolculuktur heyecan verici olan.

Ege’nin kimi zaman denizi gibi hırçınlaşsa da aslında yumuşak olan havasına alışık olanlar için doğu illerine yapılan bir seyahat öncelikle soğuk demek, sonra da yabancılık.

Benim yolculuğum da üşüme korkusu taşıyan bedenim ile yolculuğun heyecanı ve bilinmeyen yerlerin merakıyla yanan ruhum arasındaki tatlı sohbetle başladı.

Çoğunu doğa yürüyüşlerinden tanıdığım grup arkadaşlarım ile birlikte trene ilk adımımızı Ankara Garı’nda attık. Soğuk ama güneşli bir sabahtı, tam da içinde  bulunduğumuz ruh halimiz gibi. İzmir’in güneşini beraberimizde getirmiştik ve bizi bekleyen soğuğa doğru ilerliyorduk.

Hedefimiz 25 saatlik bir yolculuktan sonra Tatvan’a ulaşmaktı. Ardından Van, Kars ve Erzurum’u görüp geri gelecektik. Anılarımızın bir ömür süreceğini bilerek bir haftalık seyahatimize başladık.

Kimi pulman, kimi iki kişilik , kimi de dört kişilik kompartımanlardan oluşuyordu trenin vagonları. Şekli nasıl olursa olsun hepsi de oldukça rahat ve yolculuğun keyfini daha da artırmak ister gibi hazırlanmışlardı. Bir de yemekli vagon vardı ama bizler kıtlık yaşanacakmış da ondan korunmaya çalışıyormuşcasına yiyecek almıştık yanımıza, o yüzden o vagona pek uğrayan olmadı. 60 kişiydik ve yiyeceğimizi, içeceğimizi, neşemizi paylaşıyorduk. Öyle ki getirilen elektrikli kahve makinalarının çok çalışması yüzünden vagonumuzda elektrik arızası oluştu.  Bu da bize iki saatlik bir gecikme yaşattı.  Hem yola hem de kahvelere iki saatlik bir ara vermiş olduk.

Ankara’ya dönersek; trene yerleşmek ve yola odaklanmak epeyce vaktimizi aldı. Acelemiz de yoktu, nasılsa uzun bir yolculuk vardı önümüzde.

Tren mistik bir havada yol almaya başladı. Yaşamlarımızdaki koşuşturmacaya ve telaşa inat bir sakinliği vardı. Çok yavaş dönüyordu tekerlekleri ya da bize öyle geliyordu.

Günlerce süren fiziksel ve ruhsal hazırlık telaşından sonra birden bire durmuştuk. Tren gitmiyor gibi geliyordu. Herkes pencerelerde fotoğraf veya video çekmeye çalışıyor ve trenin yavaşlattığı yaşamlarımız ile ilgili şakalar yapılıyordu. Meditasyon yapmak gibi gelmişti bana da, birden bire etrafımdaki her şey durağanlığa ulaşmıştı; çevremdeki insanlar, dışarıdaki doğa ve süzülen bir martı sakinliğindeki tren…

Kar benim için hep uzak bir güzellik olmuştur. Zaman zaman karlı ortamlarda bulunsam da, hatta lise yıllarımın yarısını Erzurum’da geçirmiş olsam da kar benim için zor ve uyum sağlayamakta zorlandığım, buna rağmen bir o kadar da güzelliğine hayran olduğum bir durumdur. Korktuğum, üşümektir aslında.

Ankara’da trenimizin rayları ile birlikte başlamıştı kar. Önümüze serdiği görsel şöleni kelimelerle ifade etmek çok zor.  Üzerine atlana bilecekmiş gibi yumuşak, atlasak bizi içine alacakmış gibi de gizemli… Boşlukta olmak gibi kimi zaman, hiçliğin ortası ve biz de hiç oluyoruz onunla birlikte. Doğa ile birlikte, yaşam ile birlikte…  Gökyüzü nerede bitiyor, yeryüzü nerede başlıyor belli değil. Tam bir BİRlik hali. Bu gördüğüm bulut mu  yoksa  karlı tepeler mi belli değil. Uzaktaki o karartı kuş mu yoksa ağaç mı seçilemiyor ya da her şey zihnimizin bir oyunu mu? Aslında ne kar var, ne de gökyüzü, hatta ne de tren. Varolan sadece boşluk ve bizim hayallerimiz mi?..

Ve o küçük köyler, dumanı tüten küçük bacalar, öz suyunu içinde korumaya çalışan tek tük ağaçlar ve uzaklardan gelen köpek havlamaları. Yani devam eden yaşamlar. Pencerelerden sızan cılız ışıkların altında doğanlar, ölenler. O köylerde ne sevdalar yaşanıyor kimbilir, ne hayaller kuruluyor. Kimi özlemle bakarken penceresinden, kimi sevgiyle sarılıyor elindekine.

Yani benim gibi, yani senin gibi… Gözler hep aynı parlıyor; kimi güneşin altında, kimi karın.

Ben bu düşüncelerin içinde savrulurken aniden karanlık çöktü vagonun içine.  Hepimizde biraz merak biraz endişe vardı. Anladık ki devam ettirmeye çalıştığımız konforumuz ağır gelmişti bu diyarlara ve kahve makinalarımız sigortasını attırmıştı vagonun.  teknisyenler çözüm bulmaya çalışırken, tren de yol almaya devam ediyordu. Görevliler bu koşullarda yapılacak bir şey olmadığını ve en yakın istasyona kadar beklememiz gerektiğini söylediler, Kayseri’ye kadar.

Karanlık sorun değildi, eğlenceli bile oldu ama vagonun ısısı düşmeye başlayınca anladık ki konforumuzda değişiyor.  İçinde bulunduğumuz ortama hiç de uyum sağlamadığımızı işte o an farkettik. Kaloriferli evlerimizde kahvelerimizi yudumlarkenki keyfimizi belli ki biraz ertelememiz gerekecekti.

Yol bize uymuyordu öyleyse biz yola uymalıydık. Yolculuk bu olsa gerek. Yolun gizemi bu olsa gerek. Ve ancak ona uyarsak anlayabileceğiz, bu keyfi, bu gizemi, bu macerayı.

Yaşamın ta kendisi gibi; direnirsek kırılıyoruz. Ağaç gibi olmalı; en sert fırtınaya da okşayan rüzgara da selam verip yol açmalı, ki bizi kırmadan geçip gitsin.

Neyse ki Kayseri’ye ulaştık. Biz istasyon binasının gece ışıkları ile parlayan görüntüsüne mest olmuş bir şekilde fotoğraf çekme yarışına girişmişken, nasıl geçtiğini anlamadığımız iki saatlik bir çalışmanın ardından vagonumuzdaki sorun çözüldü ve tekrar yola koyulduk.

“Han duvarları”nı yazarken benzer şeyleri mi hissetti acaba Faruk Nafiz Çamlıbel, koşullar farklı olsa da yol aynı yol; “Ulukışla yolundan orta Anadolu’ya“…