Ana Sayfa Arama Galeri Video
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya

Arif Balkanay Yazdı:”Merkez Pamukkale”

Seçim bittiğine göre, şimdi;

Seçim bittiğine göre, şimdi; gerçeklerle yüzleşme vakti. Emeği yüceltme, ekmeği büyütme vakti. Kötü, çirkin ve yanlışın yerine; iyi, güzel ve doğruyu yaratma, yaşatma vakti. O halde dedim ki kendime; paylaş hayallerini, birer birer, sırayla paylaş hepsini. Malum, kimisi ilk görev heyecanı içinde, kimisi yenilenmiş heyecanlar peşinde koşan yirmi tane belediye başkanımız var artık. Ve Denizli; onların hayalleri, ufukları kadar şekillenecek. Belki hayallerimizi gerçekleştirecek birileri bulunur ve bu şehir dünya markası olur.

“…Sen gelmedin ya bu ara, ondan mıdır nedir, hep seni görüyorum düşümde. O anlattığın hayallerin var ya, işte onları görüyorum. Hepsi birer birer gerçek olmuş biliyor musun, gittim oralara, kendi gözlerimle gördüm, hepsi ama hepsi gerçek olmuş, hem de birer birer…

Yetkiyi almışsın, benim yaptığım gibi Ankara’yı mesken tutmuş, çıkmışsın saraya; hayalini bir bir anlatmışsın;

“Bu, memleket meselesi.” demişsin,

“Tek başına, benim bütçemle, yetkilerimle olmaz bu iş,” demişsin,

Yetki de vermişler, para da…

Karahayıt’ın oralarda ben diyeyim beş yüz, sen de bin dönüm arazi tahsis etmişsin. Sarayköy’ün oralarda bir yere hava alanı yapılmış. Yapılmış ama, bildiğin gibi değil. Uçakların biri iniyor biri kalkıyor. Hem öyle şimdiki gibi sadece piste inip kalkan uçaklardan yok, çok büyük olursa uçak, o zaman pisti kullanıyorlar. Gerisi bildiğin helikopter gibi inip inip kalkıyor, inip inip kalkıyor, çoğunun pilotu bile yok.

Bildiğin taksiler, sanki kanat takmış gibi havada gider olmuş. İstediği yere inip, istediği yerden kalkmaya başlamışlar. Başını kaldırsan baksan, sanki arı kovanı, ya da turna sürüsü gibi, gidip gidip geliyorlar, gidip gidip geliyorlar bir yerlere.

O İngilizlerden kalma tren yolu var ya; işte onu büyütmüşsün. Tam da dediğin gibi bir ring yapmışsın. Üniversiteden birisi biniyor mesela, doğru havaalanına, Karahayıt’tan biniyor, ver elini Laodikeia. Elektrikle çalışıyor hepsi ama, bazılarının bacasından buhar tüttürmeyi de unutmamışsın, nostalji olsun, demişsin.

Bizim cam fabrikası gibi Uygar Motor ile Bir Emek fabrikaları kapanmamış daha. Ne kapanması, kendilerini öyle geliştirmişler, öyle geliştirmişler ki, bizim buraları olmuş mu sana silikon vadisi…

Bilgi toplumu diyorsun ya hani, işte tam da öyle bir yer olmuş buraları. Memlekette ne kadar bilim insanı varsa sanki hepsi burada, her gün yeni bir şey keşfediyorlar. Her şey devletin garantisinde ama, fabrikaların sahipleri desen on binlerce kişi. Hepsinin birer hissesi var, o kadar, fazlası yok. Tam da bizim kooperatif mantığı işte. Çok ortaklı, eşit pay sahipli on binlerce patron, hem patron hem işçi, kendi fabrikasının işçisi, kendi fabrikasının patronu. Her şey şeffaf, her türlü hesap ortada, çakallar göz dikiyorlar ama nafile, iyice kök salmış bir kere, herkes gözünün içi gibi koruyor bütün işletmeleri, bütün bir memleketi…

O, bin dönüm arazi var ya;

“Ovadan verelim, inşaatı kolay olur.” demiş Ankara’dakiler. Sen,

“Olmaz,” demişsin.

“Oraları tarım arazisi, oralarda bin bir türlü mahsul yetiştireceğim,” demişsin.

Karahayıt’la Akköy’ün arasında, kuzeyde, Gölemezli tarafına doğru kıraç tepelik araziler varmış, oralarını istemişsin. Hemen dibinde de termal sular fışkırıyor zaten,

“Buraları daha iyi.” demişsin.

Sonra o tepeleri, vadileri, küçük düzlükleri, öyle bir işlemişsin ki tam bir nakış gibi; İçinde on katlı, yirmi katlı, elli katlı binalar… Ama hepsi de birbirine bağlı; yürüyen merdivenler, yürüyen yollar, eğik düz yatay asansörler, teleferikler, hava araçlarının inip kalktığı istasyonlar, trenlerin yanaştığı duraklar… Velhasıl üç yaşında bebenin de, yetmiş yaşında ninenin de istediği yere rahatça ulaşabilmesi için ne lazımsa hepsi var. Bütün binalar birleşmiş de sanki tek bir bina olmuş. Ne binası, sanki tek bir şehir olmuş. İçinde çalışanlar hariç her gün elli bin kişi barınıyor…

Tam tamına bir sağlık şehri kurmuşsun orada. İçinde doktorundan hemşiresine en az yirmi bin çalışan var. Her gün en az elli bin de şifa bekleyen yerlisi yabancısı, en az üç hafta buralarda tedavi olup konaklıyorlar…

Teknolojinin her türlüsü ellerinin altında; sabah tuvalete gidiyorsun, çişini kakanı yapıyorsun, daha sen elini yüzünü yıkamadan,  klozetler her türlü tahlili yapmış da doktorun ekranına yansıtmış bile. Banyoda aynaya bakıyorsun, göz tansiyonun ölçülmüş, sarılık kontrolün bile yapılmış. Odanın duvarları, camlar istediğin anda birer bilgisayar ekranı oluvermiş bile. Hele o camlar yok mu, bizim fabrikada üretiliyorlar tabi, hepsi birer elektrik santrali, beton kadar da dayanıklı…

Velhasıl dünyada bir numara olmuşsun. Amerika’dan, Avrupa’dan, uzak doğudan ne kadar orta yaşlı, hali vakti yerinde turist varsa sıraya girmişler. Taa altı ay sonraya rezervasyon yaptırıyorlarmış. Sen tabi işin yolunu bulmuşsun, sağlığı, kültür ve inanç turizmiyle birleştirmişsin. Tam on iki gün, on iki farklı yerde, ama hepsi de Denizli’de olan turlarla programı zenginleştirmişsin. Zenginlerin paralarını, memleket zenginleşsin diye hortum gibi yutmuşsun…

Laodikeia’daki kilisenin restorasyonu bitmiş tabi. İncil’de de adı geçtiği için pek revaçta. Pazar ayinleri için sıraya giriyor insanlar. Hepsine birer gözlük veriyorsunuz, adeta zamanda yolculuk yapıyorlar, ayin sırasında kendilerini antik dönemde hissediyorlar, ellerini uzatsalar karşılarında İsa…

Diğer günler hipodromda, anfitiyatroda etkinlikler oluyor tabi; hipodroma gidiyorlar, iki bin beş yüz yıl önceki iki tekerlekli at arabalarının yarışlarını izliyorlar, gözlükleri sayesinde sanki o zaman dilimine ışınlanıyorlar, hop deseler atlı arabadaki gladyatör her biri…

Laodikeia’dan Kaleiçi’ne kadar olan mesafeyi de bir güzel düzenlemişsin ki, deme gitsin; Eskihisar’ın oraya Babadağ’ı taşımışsın. Hani şu heyelan yüzünden boşaltılan mahalle var ya; işte onun aynısının tıpkısını yapmışsın. Evler, sokaklar, içindeki yaşamlar… Toki’den kurtarmışsın oranın sakinlerini, el tezgahlarını yeniden kurdurtmuşsun, bahçesinde domatesini soğanını yeniden yetiştirtmişsin… Romanları da unutmamış, onlar için sanat atölyeleri kurdurmuşsun…

Mahallenin devamında, Sevindik tarafında da yeni bir mahalle kurmuşsun. Şimdiki ev sahiplerine;

“Neyiniz varsa iki mislinin sahibi olacaksınız,” demişsin.

Sümer’dekilerle birlikte onlara Ankara Bulvarı tarafında yeni yeni toplu, akıllı mahalleler yapmışsın. Bir evi olanı ikinci ev sahibi yapmışsın. Ama şart koşmuşsun;

“Her evden en az bir kişi buradaki tesislerde iş sahibi olacak.”

Hepsi de kabullenmiş, işe koyulmuşsunuz…

Denizli’de yıkılıp yok olmuş olan ne kadar eski ev varsa, hepsini derleyip toparlamışsın, aynılarını birer birer yaptırmışsın, tam bir müze mahalle oluşturmuşsun. Zaten bütün yağmur sularını toplamışsın, Çaybaşı’nın altındaki çayları da gün yüzüne çıkarıp ta oraya, Sevindik vadisine taşımışsın. Çürüksuyu tüm zararlılardan arıtmışsın, kanal açarak bir kolunu bu sularla buluşturmuşsun, o vadide adeta bir deniz yaratmış, Eskihisar tarafında da plaj bile yapmışsın.

Sonra bu denizin içine, kenarlarına, dünyada nam salacak binalar yapmışsın. Hani İspanya’da gördüğün türden, her biri birer mimarlık harikası binalar yapmışsın; on katlı, yirmi kartlı, elli katlı… Elini uzatsan bulutu yakalayacak binalar yapmışsın… İçinden trenler geçen, havada uçan arabaların otuzuncu, kırkıncı katlara birer nazlı kuş gibi konduğu binalar yapmışsın….

Sonra bu binaların içinde, cennet bahçelerinden birer bahçe yaratmışsın. Türlü türlü mekanlar; oteller, kongre merkezleri, sergi salonları, tiyatrolar, sinemalar, sanat atölyeleri, kütüphaneler, kafeler, barlar, lokantalar, pazarlar, moda merkezleri, bin bir türlü müzeler, müzeler… Denizli’de ne varsa turiste göstereceğin, adeta burada toplamışsın…

İstasyonun oradan Kaleiçine, Bayramyerine, Çınara, Liseye, Üniversiteye kadar yepyeni bir şehir yaratmışsın. Her gün yüz binlerce yerli yabancı turisti ağırlayıp, adeta darphane gibi para basmışsın… İkinci üniversiteyle birlikte en az iki yüz bin genç varmış okuyan. Hepsini Denizliyle kaynaştırmışsın. Eskişehir’in bile kıskanacağı kentli insan yaratmışsın…

Sadece havlusu, bornozu mu, türlü türlü tekstil ürünleri nam salmış dünyaya. Modanın kalbi burada atmaya başlamış. Her biri birbirinden ünlü markalar yaratılmış, defileler, türlü türlü defileler sıraya girmiş… Festivaller, türlü türlü festivaller dört bir yana mutluluk saçmış… Lavanta kokulu, gül kokulu giysiler, bin bir çeşit endemik bitki kokulu giysiler baş tacı edilmiş. Yetinmemiş, hoş kokular fabrikası kurdurmuşsun.. Isparta’nın gülü, Çürüksu ovasının bin bir türlü çiçeği, Acıpayam’ın cini şişesinden çıkartan, insanı sarhoş eden bitkileri hayat bulmuş buralarda, ta Portekiz’e kadar gitmemeye başlamış…

Çal’da, Bekilli’de Güney’de bağlar bir şenlenmiş ki deme gitsin. Her bir yan da şarap fabrikaları, pekmez, sirke fabrikaları, akın akın turistlerin uğrak yeri olmuş… Nerede ne varsa tarihi içinde saklayan, hepsi de gün yüzüne çıkarılmış.. her gün, her yöne, kafile kafile turist taşınır olmuş… Velhasıl buraları cennet bahçelerinden bir bahçe olmuş da tüm dünyaya nam salmış…”

“Hayret!.. Ben bunları anlattım mı sana?”

“Anlattın tabi ya…”

“Sadece sözlerle anlatmaz ki insan olan insan… Yaşadıklarıyla da anlatır. Hani, sigaradan derin bir nefes çektikten sonra, sisin içinde yol yaparcasına üflediğin duman var ya; işte o dumanın izinde anlatır… O iz ki; yaşanmışlıkların aynasıdır…”