Ana Sayfa Arama Galeri Video
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Zehra Başkaya Çavdar

Van Gölü Ekspresi – Kaynaşma

“Ulukışla yolundan orta Anadolu’ya”

Bizim güzergahımız bu değildi ama Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları’nda anlattığı ruh hali yolculuk boyunca zihnimde döndü durdu. Biz Ankara’dan Van’a gidiyorduk, Van Gölü Ekspresi ile. Eşsiz kar manzaraları eşliğinde yolculuğumuz devam ediyordu.

Doğuya giden trenlerde gece boyunca kompartmanları ışıklandırmak sosyal medya sayesinde hızla yayılan eğlenceli bir kurala dönüşmüştü. Bütün yolcular sözleşmiş gibi ışıklarını hazırlamıştı. Trene binince ilk yapılan işlerden biri  bu ışıkları yerleştirmek oldu ve hava kararmaya başlar başlamaz da yakıldılar. Dışarıdan görüntüsü içeridekinden daha güzel olmalı ki, geçtiğimiz her istasyonda bu ışıklı şölene olan ilgi çok dikkat çekiciydi. Gece boyunca renkli ışıkların altında yapılan uzun sohbetler ve kahkahalar sonrasında heyecanlı bedenlerimizi uykuya teslim ettik. Şaşırtıcı biçimde rahat olan yataklara direnmek pek kolay değildi zaten.

Vagondaki görevli özellikle bizleri uyarmıştı. Sabah güneşin doğuşunu izlemeliydik ve o sırada Malatya ve Elazığ arasında olacağımızdan Fırat’ın eşsiz manzarasını ve Keban Barajı göletini de görebilecektik.

Söz dinledim. Telefonumun alarmını sabah altıda uyanmak üzere ayarlayıp, deliksiz bir uykuya daldım.

Çalışma hayatım boyunca çalan alarmlarla uyanmak hep işkence olmuştu benim için, oysa o sabah alarmın ilk sesiyle hızla uyandım ve merakla çevreme bakındım. Daha güneş doğmamıştı ama belli ki yakındı. Yüzümü cama yapıştırıp izlemeye başladım. Yaşar Kemal’i düşündüm, Poyraz Musa’yı “Fırat suyun kan akıyor” demişti büyük usta. Benim gördüğüm Fırat güneşin ilk ışıklarıyla arsızca oynaşıyor ve karın soğukluğuna inat ısınıyor ve ısıtıyordu. Selam yolladım Fırat’la beslenen bütün canlara.

Yolculuğumuz bitmek üzereydi. 27 saat geçmişti trenin ilk düdüğünü çalmasının üzerinden. Üzülüyordum biteceği için. Alışmıştım trende olmaya ve vazgeçemiyordum gözlerimin önüne serdiği güzelliklerden. Tatvan’da istasyona girdiğimizde doğa o kadar vaatkar görünüyordu ki hepimiz farkındaydık; gözlerimize ve gönlümüze sunulan ziyafetin devam ediyor olduğuna. Böylece havanın soğukluğuna ve yerdeki buza aldırmadan neşeyle indik trenden. Seyahatin bundan sonrasında bizi taşıyacak olan otobüsümüze valizleri bırakır bırakmaz kendimizi karların üzerine attık. Çocuklar gibiydik. Karda yuvarlanıyor, birbirimize kar topları fırlatıyorduk. Elbette aynı hızla da fotoğraf çekiyorduk. Kendimi lunaparka götürülen bir çocuk gibi hissediyordum, yerimde duramıyordum. En sonunda rehber hepimizi otobüse bindirmeyi başardı ve Van’a doğru yola çıktık. 

İlk durağımız Ahlat’taki Selçuklu Meydan Mezarlığı oldu. Yoğun kar yüzünden çok içlerine kadar ilerleyemedik ama  bu kadarı bile yetti Urartulardan Osmanlı’ya kadar uzanan  medeniyetlerin  varlığını hissetmemize. Dünyanın en büyük Türk-İslam mezarlığı olarak bilinen yerderdik.

Anadolu topraklarının neredeyse tamamında olduğu gibi pek çok güzelliğe ve tarihi mirasa sahip Ahlat’tan ayrılıp Van’a doğru yolumuza devam ettik.

Artık Van Denizi’nin ( Van’a bir kere geldiyseniz artık Van Gölü diyemezsiniz, Van Denizi’dir adı) kenarında yol alıyorduk. Hava karardığı için göremesek de suyun verdiği dinginlik hissediliyordu.

Van benim için şaşırtıcı bir şehir oldu. Aydınlık bir şehir, gece ışıklarla gündüz güneşle aydınlanıyor ve insanlarının gözleri de ışıl ışıl parlıyordu. Akşamın geç saatinde bile sokakta rahatça dolaşan gençler, müzik sesleri dışarıya kadar gelen cafeler, sanki evlerine misafir olmuşsunuz gibi ilgiyle sizi izleyen Vanlılar;  dediğim gibi bu şehir içimi aydınlattı. Ayrıca rehberimizin söylediğine göre Van’da güneşi görmediğiniz bir gün bile olmazmış.  Zaten belliydi şehrin halinden, güneş bolca gülümsemişti buraya ve insanlarını da bol bol gülümsetmişti. Gece yorgun bedenimi yatağa bıraktığımda zihnim hala bu düşüncelerle doluydu.  

Küçücük bir ada. Akdamar adası, namı diğer “Ah Tamara” adası. Tahmin edilebileceği gibi adının arkasında bir aşk hikayesi var. Adada yaşayan rahibin kızı Tamara ile Van’da yaşayan müslüman Türk genci arasında geçen, yasaklı bir aşkın hikayesi. Pek çoğunda olduğu gibi bu hikayede de her iki aşık da ölüyor. Ve adanın adı “Ah Tamara” olarak kalıyor. Tarih boyunca Ermenilere ait bir ibadet yeri olarak kullanılmış olan adada bunun dışında bir yaşam hiç olmamış. Üzerindeki kilise ve doğası ile görülmeye değer, çok güzel bir ada. Bol bol badem ağacı var, bir zamanlar üzüm de yetiştirilirmiş ama artık yok ve turisler dışında tamamen tavşanlara kalmış gibi görünüyor bu güzel doğa parçası. Zira sayıları her geçen gün artıyormuş tavşanların ve zaman zaman avlanmalarına izin veriliyormuş.

Adaya 15 dakikalık bir tekne yolculuğu ile ulaşılıyor. Teknenin rüzgarını tüm bedenimizde hissederken, çevremizi saran karlı dağlarla, arkamızda bıraktığımızın suyun üzerindeki köpüklerin birbirine nispet yapar gibi beyazlıklarını yarıştırmaları görülmeye değerdi. Gökyüzü ile su elele vermiş maviliklerle dans ederken,  bulutlar ve dağlar beyaz bir boşluk olmuş tüm evreni dolduruyor gibiydi.

Bu gölde yaşayabilen tek balık türü olan inci kefalinin tadına bakmamak olmazdı elbette. Diğer bir adıda Van balığı olan inci kefali gölün sodalı sularında yaşayabiliyor ama yumurtlamak için gölü besleyen tatlı su havzalarını ihtiyaç duyuyormuş. Doğa her haliyle ne kadar da etkileyici, değil mi?

Kar da bizi etkilemeye devam ediyordu. Van kalesine çıkmamıza izin vermese de kalenin karşısında bulunan ve 9 yıllık bir çalışma sonucu nihayet birkaç ay önce açılan “Urartu Müzesini” gezme şansımız oldu. Van ve yöresinin tarihini anlatırken aslında insanlık tarihini anlatan, görülmeye değer bir müze olmuş.

Günümüzü Van misafirperverliği içinde güzel bir akşam yemeği ile tamamlayıp başlarımızı yastığa koyduğumuzda, sanırım bütün grup arkadaşlarım da benim gibi yüzlerindeki gülümsemeyi silememiştir. 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER