Ana Sayfa Arama Galeri Video
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Zehra Başkaya Çavdar

“Hayat seni güldürmüyorsa, espriyi anlayamadın demektir.”

Gregory David Roberts’ın  “Shantaram” isimli muhteşem kitabının ön kapağında geçmekte bu söz. 

Anlamı üzerine çok düşündüm. Düşündükçe de yeni yeni sorular doğdu zihnimde.

Hayat beni güldürüyor mu?

Hayat sizi güldürüyor mu?

“Evet” diyenler şöyle bir kenara ayrılsın, “Hayır” diyenlerle konuşmak istiyorum.

Hayata gülmüyorsak eğer, belki de gerçekten anlamıyoruz ne yaptığını. Olabilir mi?

Biraz karmaşık. Ben zorlanıyorum kimi zaman hayatın ne dediğini anlamakta:

Evden çıkıyorum, hava günlük güneşlik. Birden bulutlar sarıyor gökyüzünü. Hop, yağmur başlıyor.

Hadi bakalım, gel de gül hayata…

Veya; yolda yürürken bir anne görüyorum, azarlıyor çocuğunu. Henüz dört, beş yaşlarında bir çocuk. Çocuk olarak tam da ondan beklenen bir yaramazlık yapmış. Annenin ise hiç sabrı yok. Bir güzel paylıyor çocuğu, tehdit ediyor. Ben ise bırak gülmeyi, tutmasam kendimi ağlayacağım, sanki azarı yiyen çocuk benim.

Ağlıyorum kimi zaman; sessiz sessiz. Göz yaşlarım görünmeden. Hazmedememişim uğradığım durumu. “Haksızlık bu,” diye bağırmak geliyor içimden. Ağlıyorum, gülmeyi hayal ederken.

Bazen de hıçkırıklarla ağlıyorum. Bir ayrılık. Zamansız, derin bir ayrılık. Yakıp kavuruyor beni. Gidiyor can parçam. Hıçkırık seslerinin arasında kalıyor dudakalırmda kuruyan gülümsemem.

“Artık yeter, bugün çok yoruldum,” diyorum kimi zaman, oturuyorum kanepeme, elimde dumanı tüten mis gibi bir kahve. Açıyorum televizyonumu, dinleneceğim. O da ne; kimi dayak yemiş, kimi aç, kimi de ağlıyor cinayete kurban giden sevdiğine. “Off,” deyip, kanalı değiştiriyorum. Ekranı siyasetçiler dolduruyor; hepsinden beter bir eziyet karşımda. “Hayır,” diyorum. Kararlıyım, güzel bir yayın bulacağım. Değiştiriyorum kanalı yeniden. Bu kez de karşımda yanan koca bir orman. Aklıma kaçışan sincaplar, küle dönen fidanlar geliyor, çölleri hatırlıyorum. Boğazım düğümleniyor, kapatıyorum televizyonu. Yine gülmüyorum…

“Eh be hayat, espri bunun neresinde? Beni neden güldürmüyorsun?”

Hayat karşıma geçip gülüyor;

“Benden ne bekliyorsun ki,” diyor. Ben şaşkınlık içindeyken, devam ediyor; “Sen beni güldürmek için ne yaptın?” Gülümseyip “Sen kendini güldürmek için ne yaptın?” diye soruyor.

Derin bir sessizlik içinde kalakalıyorum…

“Ben kendimi güldürmek için ne yaptım?”

Ben nelere gülerim, ne yapmayı severim?

Ve bir liste yapıyorum;

Denizi severim: En son ne zaman denizi seyrettim?

Doğada olmayı severim: En son ne zaman sırtımı bir ağaca dayayıp oturdum?

Kitap okumayı severim: Bu yıl kaç kitap okudum?

Annemi, babamı, kardeşlerimi severim: Ne kadar sıklıkla görüyorum onları, hala hayattalarken?

Çocuklarımı severim: Ne kadar sıklıkla sıkı sıkı sarılıyorum onlara?

Arkadaşlarımla vakit geçirmeyi severim: En son ne zaman yaptım bunu, ne kadar sıklıkla yapıyorum.

Yok, bu liste işi de olmayacak. Ama sanırım anlamaya başlıyorum meseleyi.

Dışarıdan beklersem beni güldürmelerini, olmayacak bu iş. O, bana keyif veren, beni mutlu eden şeyler var ya, hani benim yapmak için hep çok meşgul olduğum, bir türlü fırsat bulamadığım şeyler. İşte bütün mesele onlarda düğümleniyor gibi. Belki de yeterince çabalamıyorumdur!

Ya yeterince param yok, ya da zamanım, değil mi?

Ya ofiste işler çok ya da evde çocuklar, temizlik, değil mi?

Ya mesafe çok uzak, ya da yollar çok kalabalık, değil mi?

“Eh be sevgili ben, hayat sana ne yapsın, sen kendine yapmazken…!”

Aklıma “Hayat Kavanozu” hikayesi geliyor:

Fransa Kamu Yönetimi Okulu Profesörlerinden biri, Amerikalı büyük şirketlerin üst düzey yöneticilerine etkili bir zaman yönetimi dersi veriyor. Şöyle ki:

Bir kavanozun içine tenis topu büyüklüğünde taşları dolduruyor ve sınıfa soruyor, “Kavanoz doldu mu?” Sınıf “Evet,” cevabını verince, “Hayır” diyor ve kavanozun içine daha küçük taşlar koyuyor. Kavanozu salladıkça taşlar büyüklerin arasındaki boşlukları dolduruyor. Sınıf bu kez temkinli, hocanın ikinci kez sorduğu soruya “Herhalde dolmadı,” diye cevap veriyorlar. Hoca da “Evet, dolmadı,” diyor ve kavanozun içine kum dökmeye başlıyor. Kavanoz epeyce bir kum aldıktan sonra hoca tekrar sorusunu tekrarlıyor ve bu kez sınıf “Hayır,” diye cevap veriyor. “Güzel,” diyor hoca ve kavanozu bu kez su ile iyice dolduruyor. Artık sınıf da, hoca da emin kavanozun dolduğuna.

Hoca sınıfa dönüp “Bu deneyden çıkardığınız sonuç nedir?” diye soruyor.

Bir yönetici elini kaldırıp “ Programımız ne kadar dolu olursa olsun, gayret edersek, o programa bir kaç toplantı ve görev daha sığdırabiliriz,” diyor.

“Hayır,” diyor profesör, “Hayır. Eğer büyük taşları önce koymazsanız, bir daha asla koyamazsınız.” Salona çöken sessizlikle konuşmasına devam ediyor.

“Hayatınızdaki büyük taşlar ne? Sağlığınız? Aileniz? Arkadaşlarınız? Hedefleriniz? Yapmaktan keyif aldığınız şeyler? Kendinize zaman ayırmak?”

“Hayatınızdaki büyük taşların neler olduğuna dikkatli karar verin. Yoksa onlara yer bulamaya bilirsiniz.” Diyerek dersini tamamlıyor.

Bu hikaye benim için çok öğretici.

Fark ediyorum ki: Eğer kendi içimde tamamlanamazsam, dışımdaki dünyadan gelen can sıkıcı pek çok etmen beni çok daha fazla üzüyor ve diyorum ki; “Hayat beni güldürmüyor.”

Hani bir söz var ya: “Karanlığa küfretme de bir mum yak.” İşte bu o mumu yakmak, o mumu yakmak için kendini hazırda tutmak.

Büyük taşlarımızı belirleyerek, hayatın esprisinin anlayabilmeyi diliyorum.

**”Hayat Kavanozu” hakkında daha detaylı bilgiyi internetten kolayca bulabilirsiniz.

YORUMLAR

6 adet yorum var

  1. Merhaba zehra hocam..Hayırlı olsun ege yön de tetikçiniz olacaz ayrıca mavi pencereler öykü kitabınız harikaydı..başarılar diliyorum

  2. Kavanoz hikayesi sık sık hatırlamamız gereken bir hayat dersi , yazınıza şunu da ekleyebilirim hayat sana uymuyorsa sızlanmayı birakıp sen hayata uyacaksın. Ne doğru konulara deginmissiniz kaleminize sağlık.

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER