Ana Sayfa Arama Galeri Video
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Arif Balkanay

Arif Balkanay Yazdı: Kırsal Kalkınma

Tarımda ve hayvancılıkta yeni bir yol bulmamız gerekiyor, diyoruz ya hani. Belediye başkanlarımız da bu işe sıcak bakıyor ya… İşte; belki çorbada tuzumuz olur, diye düşündüm. Olur ya hani; yerel devrim kırlardan başlar da şehirlere kılavuz olur…

“O sene de maşallah siyah üzüm bağı öyle ürün vermişti ki deme gitsin. O sepetleri bağdan yola taşıyacağım diye sırtımda ne çekmiştim ama. Mesafe neredeyse iki kilometre. O kadarla kalsa iyi, minibüs durağından hadi bir de Kaleiçine, Bayramyerine, Ulu caminin oraya… Değmişti ama be. Çok mutlu görmüştüm seni o sene… O zamanlar belediye, sokak aralarında köylünün malını satmasına izin verirdi. Tamam, herkes kendi bacağından asılırdı ama olsun, en azından hiç aracı olmadan tüketiciyle buluşurdun. Şimdi öyle mi ya; pazar yerleri çoğaldı ama, köylüye usulen yer veriyorlar bir köşede. Neymiş, her şey halden geçecekmiş. Bir sürü aracı, komisyoncu, vergi. Ondan sonra köylü de vatandaş da mağdur tabi. Halbuki hep sorar dururum; niye üretim ve tüketim kooperatifleri kurulmaz diye? Belediyeler buna niye öncülük etmez? Birkaç istisna dışında bizimkiler de bu işe ağırlık vermiyorlar. Zaten azınlıktasın belediyelerde, hiç olmazsa halka yeni bir yol göster, üretici de tüketici de hakkının korunduğunu görsün, sana destek artsın. Nerdeee. Ondan sonra da hayıflanır dururlar; biz neden iktidar olamıyoruz? diye. Şu küçücük Ovacık kadar olamadık vesselam!

Düşünsene; Honaz’ın kirazı, Çivril’in elması, Çameli’nin fasulyesi, Kale’nin biberi, Gözler’in kekiği, Serinhisar’ın nohudu, Çal, Bekilli, Güney’in üzümü, Acıpayam’ın bademi… Her ilçenin en az bir favori tarım ürünü olsa, belediyeler öncülüğünde üretim kooperatifleri kurulsa, yerli ve yabancı pazarlarda doğrudan tüketiciyle buluşan, yerli tohumun kullanıldığı organik ürünler olsa bunlar, yine bölgelerde belediyeler eliyle tarım laboratuarları kurulsa, ürün çeşitliliği ve kalitesi bu laboratuarlar tarafından yönlendirilse… Hem elde edilen gelir köylüye adil bir şekilde dağıtılsa, hem de tüketici ucuz ve kaliteli beslenme olanağına kavuşsa. Ve tüm bu örgütlenmenin başında bizim toplumcu belediyeciliği uygulayan politik önder kadrolar olsa… Olsun diye yola çıktık çıkmasına da, ilk çelmeyi kendi içimizden yedik be. Ne yapalım, hayırlısı. Sizin zamanınızda dayanışma duygusu çok daha güçlüymüş. Ah o ortam şimdi olsa…

Hani, bir de cam fabrikası faaliyete geçmişti ya o sene. Onu da başarmanın keyfi vardı sanki üzerinde. Benim de biraz çalışmamı sağlamıştın orada,

“Sigortan başlasın” demiştin,

“İlerde lazım olur.”

Bu köylü senin hakkını ödeyemez be, köyün yarısı emekli olmuştur oradan herhalde, senin sayende… Köy yerinde cam fabrikası, hem de o fesat muhtar Kafa’ya rağmen. Eee, serde yine halk partililik var tabi. Ecevit parlayan yıldız o zaman; Karaoğlan! Kalkınma köylüden başlayacak ya; Saracoğlulardan biriyle irtibat kurmuşsun, mühendismiş;

“Cam fabrikası yapalım buraya” demiş,

“Tüm köylü de ortak olsun.”

“Patronsuz fabrika yani, isteyen de işi öğrenip burada çalışsın.”

“Olur mu?”

“Olur.”

“Ne kadar arazi lazım?”

Geçmiş zaman, elli dönüm kadar falan. Deli çamın orada hazine arazisi var, Ankara’dan bu işe tahsis edilmesi lazım. Tüm köylüden, yurt dışında çalışanlardan da para toplayıp hisse senedi satmak lazım. Yine düşmüşsün öne, yine düşmüşsün yollara… İki senede fabrikayı bitirmiştiniz. Temel atma törenini bile hatırlıyorum, biliyor musun? O çam ağaçlarını diktiğimiz yerde top sahası vardı, orada kurbanlar falan kesilmişti. Bozoğlanla gelmiştim oraya. Fabrika ha, hem de köye… Bu köylü senin hakkını ödeyemez be…

Sonra fazla yaşamadı bozoğlan, bir ay, ya da ondan azıcık fazla… Niye böyle acı acı gülümsedin? Evet, evet. Kendi ellerimle kazmıştım mezarını. Hani şu ninemin diktiği esmer incir ağacının dibine. Bir görsen; her yıl o kadar çok, o kadar ballı incir veriyor ki hala. Dalları yola kadar uzandı, kesmiyoruz, gelen geçen yesin diye. En çok da köprüdaşın oraya ev yapan boz Memed var ya, o yiyor işte, bozoğlanın hatırına herhalde. Her seferinde anamı görüp,

“ Helal edin emi” dermiş…

Bir buçuk metre kadar vardı de mi kazdığım mezar? Tabi ya, en az o kadar. Tek başıma sürükleyememiştim tabi, anamdan yardım istedim. Her birimiz ikişer ayağından tutup sürüklemiştik oraya kadar, sonra da kendi başıma onca toprakla örtmüştüm üzerini. Bir güzel mezar taşı yapmıştım tahtadan. Kemikleri duruyor mudur ki hala?

Hiç unutmam; Sarıkızı da satmıştın böyle. Beşteydim herhalde ben, İbrahim’in üniversiteye gideceği yıldı galiba. Tabi ya, bu sefer ona para lazımdı. Ama sütüydü, kaymağıydı çok işimizi görürdü be. Hele anamın, işten güçten yemek yapamadığı gecelerde. Biliyorum, bana çok bağlıydı sarıkız. Sattığın adam şehirden gelip teslim almış, ama koca kapıdan dışarıya kadar bile çıkartamamıştı. Adam ipini her çekiştirdiğinde, ayaklarını öne doğru gerdirip milim kıpırdamaz, möö diye acı acı bağırırdı çaresiz.

“Hadi, seni kırmaz, beraber inin şehre, sonra minibüsle dönersin” demiştin.

Hiç itiraz etmeden, ama için için ağlayarak düşmüştüm yollara. Sarıkız inadını bırakmıştı beni görünce. O yaşımda kaç saatte indik bilmiyorum şehre, günlerce düşüme girmişti o uzun yürüyüş…

Aslında o zamanlar köylü, bu kadar tarımdan uzaklaştırılmamıştı. Büyük küçük herkes bir işin ucundan tutardı. Şimdi öyle mi ya; ekmesin, biçmesin, yetiştirmesin diye köylüye teşvik veriyorlar, olacak şey değil. O dayanışma duyguları hepten köreldi, herkes birbirini adeta düşman beller oldu. Hatırlıyorum da; sarıkızın olduğu zamanlar, köyde hemen hemen herkesin bir ineği vardı. Köyün suyu çoktu tabi o zamanlar. Şehirde bu kadar sondaj yapılmamış, belediye de köyün suyuna el koymamıştı. Çoluk çocuk tarlaya bahçeye, oradan da pazarlara gidildiği için olsa gerek, inekleri topluca otlatmaya götürürdük. O imece işi de yine bizim mahalleden başlamıştı dimi? Evet ya, silme halk partisine çıkardı oylar. Her gün iki aileden birer kişi sırayla ineklere çobanlık yapardı. Sarıkız beni çok seviyor tabi, bizde bu iş bana düşerdi. Sabah erkenden inekler teslim alınır, ilk durak gezekyerinde toplanılır oradan ver elini meralar. Sıcak bastırıncaya kadar otlanırdı inekler. Güneş tam tepedeyken deliçeşmenin oraya varılırdı. Dağdan gelirdi suyu, önünde de hayvanlar rahat içsin diye boylu boyunca yalak vardı. Taş duvarlardan çepeçevre ağıl gibi gezek yatağı yapılmış zamanında.  İçinde, çevresinde asırlık çınarlar vardı. Şimdi biraz kolu bacağı kesilmiş ama, hala oradalar. Çeşme yok ama yerinde, nedense…

Deliçeşmede akşam üzerine kadar mola verirdik, çınarların gölgesinde geviş getirir, bir güzel uyurdu inekler. Yalaktan akan sular dereye varıncaya kadar birikintiler oluşturur, üzerinde binlerce sinek, arı, kelebek ha bire döner dururdu… Hele o kocaman at sinekleri yok mu, hiç rahat vermezlerdi ineklere. Biz de çıkınımızı orada açardık. Anam ne koyduysa artık; haşlanmış yumurta, kumpir, soğan, domates, biber, yufka ve tuz. Bir güzel karnımızı doyururduk. Tekrar otlatmaya çıkıncaya kadar sırayla uyurduk. Otlaya otlaya köye doğru yol alır, akşam serinliğinde varırdık. Hayrettir, ineklerin hepsi kendi başlarına evlerinin yolunu bulurdu, kapıya geldiklerinde de, ben geldim dercesine, mööö diye bağırırdı. Ne günlerdi be…

Şimdi öyle mi ya; güya besicilik yapıyor herkes, elinde Hollanda’dan gelen üçer beşer inek, ama herkes kendi halinde, kendi derdinde. Mesela sormazlar; yahu bu inekler geldikleri yere göre neden yarı yarıya süt verir, diye. O yirmi litreyi de hakkıyla satabilse! hepsi de yemdi, hastalıktı derken tüccarın elinde esir…

“Bir öne düşen yok mu, kooperatifti, dayanışmaydı diyen yok mu?”

“Olmaz mı; yine köyün delisi biz oluyoruz, yollara düşüyoruz, anlatıyoruz; yahu hepiniz aynı saatte kalkıyorsunuz, yemiydi, suyuydu, sağımıydı diye aynı saatte hayvanlarla ilgileniyorsunuz, her evde ayrı bir masraf, ayrı bir mesai. Şu hayvanları bir araya toplasanız; hepsi bir elden beslense, sütleri bir elden sağılsa, yemi toptan alınsa, hatta meralarda çayırları birlikte üretseniz, sütler tüccara bile vermeden doğrudan tüketiciye ulaşsa, hastalıktı sağlıktı hepsi bir elden bakılsa, bölgeye ait bir laboratuar olsa; burada hangi inek nasıl beslenirse sütü daha çok ve sağlıklı olur diye araştırılsa, her hayvanın kulağında birer çip olsa, ne yedi ne içti hepsi bilgisayarlara işlense, sen evinden ya da akıllı telefonundan besihaneye bağlansan, ineklerin ne durumda, ne yiyip ne içiyorlar, ne kadar süt veriyorlar anında izleyebilsen… Hem üretici hem de tüketici kazanmış olmaz mı” diyoruz.

“Eh, iyi güzel diyorsun da kim düşecek öne?” diye soruyorlar.

Haklılar tabi; vahşi kapitalizm böyle demiyor ki, hele iktidar! üretim, birlikte üretim bir öcü sanki…

Aslında hem onlara, hem de bizimkilere anlatıyoruz; çağın ruhuna uygun, emeği ve üretimi toplumsallaştıran, teknoloji devrimini önceleyen, üretimden doğan artı değerin üretenlere ve mazlumlara adil bir şekilde dağıtıldığı bölgesel kalkınma modelini. Bakın diyoruz;  bu model vahşi kapitalizm karşısında emeğin ve emekçinin kurtuluşu olabilir. Bunu hem ülkemizdeki, hem de emperyalist ülkelerdeki iktidar sınıfları gerçekleştiremez. Bu ülkelerde, genel iktidarları ele geçirmek kısa vadede pek mümkün görünmüyor. Hele hele kendi ideolojisine ve gücüne güvenmeyen bizimkilerin ha bire sağa yaslandıklarını görünce. O halde globalleşmeyi enternasyonalist bir ruhla emeğin lehine kullanmak gibi bir yol örmemiz gerekiyor. Bunun için de önce emeğin tanımını yeniden yapmamız ya da güncellememiz gerekiyor. Hele hele bilginin bu kadar başat bir rol üstlendiği, iletişimin bu kadar hızlı olduğu bir dönemde… Ülkemiz açısından da bunu yerellerde başlatmamız gerekiyor. Yeniden, toplumcu belediyecilik anlayışıyla, emekçi halk kitlelerine, solun, umut ve gelecek vaat ettiğini anlatmamız, uygulamalarımızla da göstermemiz gerekiyor.  Bunun için de bölgesel kalkınma modellerini olgunlaştırmamız gerekiyor…

“Dur! dur, şunu benim anlayabileceğim şekilde, basitçe anlat hele. Yani şimdi sen, bizim, zamanında yapmaya çalıştığımız kooperatif ya da çok ortaklı şirket modellerinin birer kurtuluş olduğunu mu söylüyorsun? Peki öyleyse, zamanında bu modeller neden başarısızlıkla sonuçlandı?”

 O zaman dünyada neoliberalizm hakim olmaya başlamıştı, hani şu serbest piyasa ekonomisi diye bizim şişman adamın öncülük yaptığı döneme geliniyordu. Ayrıca hangi emperyalist ülke bizim onlarla yarışır bir ekonomiye sahip olmamızı ister ki? Hele hele içeride bu kadar gönüllü bir işbirlikçi yönetimler bulmuşken. Yani arkanızda, size sahip çıkacak, koordine edecek, halkın oyuyla gelen meşru bir demokratik otorite yoktu.

Oysa şimdi, özellikle büyükşehirlerde durum o kadar farklı ki, kullanmasını bilene o kadar geniş yetkiler sunulmuş ki, anlatamam yani. Uluslararası tekeller, kendi sömürü düzenlerini doğrudan, en küçük hücrelere kadar nüfuz edebilmek için globalleşme diyerek bu durumu yarattılar. İşte biz bu durumu emeğin ve ezilen en geniş halk kitlelerinin çıkarına kullanabiliriz. Nerede? Yerel yönetimlerde. Nasıl? Toplumcu belediyeciliği özümsemiş önder kadrolar eliyle.

Hatta dayanışmayı ülke sınırlarından dışarıya taşırabiliriz. Bunun için belki de nasıl bir yol izleneceğini tüm sol kesimlerce tartışmak, bunun için belki de yeni bir enternasyonal toplantısı yapmak gerekir…

“Dur biraz, şu anlattıklarından herhalde, yoruldum ben, kafam zonklamaya başladı. Sarıkızdan nerelere geldik böyle…”

Öyle deme. Boşuna dememiş Atam; “köylü milletin efendisidir” diye. Bu işleri düzeltemezsek soğanı, salatalığı, domatesi tane ile, karpuzu a dilimle satın almak zorunda kalacak bu millet. Gıda savaşları da işin cabası. Bu yüzden işi, şimdiden sıkı tutmak gerek. Yerel devrimi kırsaldan başlatmak gerek.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER